SON DAKİKA

DARICA HALK KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ (Akçaabat)

EN KÖTÜSÜNÜ HENÜZ GÖRMEDİK

Bu haber 04 Aralık 2022 - 16:39 'de eklendi ve 26 views kez görüntülendi.
EN KÖTÜSÜNÜ HENÜZ GÖRMEDİK

EN KÖTÜSÜNÜ HENÜZ GÖRMEDİK

.

Tarım ve gıda krizi en çok konuşulan konuların başında geliyor artık. Ege Üniversitesi’nden Fatih Özden, “En büyük sıkıntıyı yoksullar ve üreticiler çekiyor. Henüz en kötüsünü görmedik” diyor.

Peynir fiyatlarının et fiyatlarını geçmesi, çiftçinin üretemez hale getirilmesi, gıda enflasyonu, samandan kırmızı mercimeğe uzanan ithalat odaklı politikalar, bağımlılık ilişkileri…. Tarım ve gıda krizi sabah akşam konuştuğumuz konular arasında ilk sırada artık.

Yaşanan sıkıntıları, yanlış politikaları ve çözüm noktalarını Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’nden Dr. Fatih Özden ile konuştuk.

Türkiye tarımında, gıda üretim ve dağıtımındaki büyük krize reçete olarak çiftçilerin ve gıda üreten şirketlerin daha fazla desteklenerek maliyetlerin azaltılması yönelimi var. Bu anlayışa göre girdi maliyetleri baskısı azalacak ve dolayısıyla gıda fiyatları düşecektir.

– Dr. Fatih Özden ile konuştuk-

Kimi muhalif çiftçi, çevreler ve belediyelerde de bunun geçerli olduğunu görüyoruz. Oysa ‘Agroekoloji’ kitabınızda bu (Güvenilir ve besleyici gıdaların doğa-dostu yöntemler üretilip herkese ulaşabilirliği) yönelimin yanlışına dikkat çekiyorsunuz.

Tam da üretim sezonunun başına denk gelen bir dönemde üretim maliyetlerinin hızla artması nedeniyle mevcut destekleme bütçesinin artırılacağı ve çiftçilerin mağdur edilmeyeceği söylendi.

Oysa destekleme bütçesi Tarım Kanunu’nun 21. Maddesinde belirtilen ve asgari destek düzeyini gösteren gayri safi milli hasılanın yüzde 1’inden uzak kaldı.

Bu durum yıllardır böyle ve çiftçilerin kanunla garanti altına alınmış, alması gerekip de alamadığı büyük bir destekleme ödemesi var. Desteklemelerin ödenmeyen bu bölümü doğa ve çiftçi dostu agroekolojik üretime geçiş için kullanılsa işte o zaman kronikleşmiş sorunların çözümü de mümkün olabilir.

Bunun bir nüvesini geçtiğimiz günlerde gördük; Tarım ve Orman Bakanlığı katı organik organomineral gübre desteği olarak dekara 20 TL’lik bir destekleme yapılacağını açıkladı.

Birincisi bu çok yetersiz, ikincisi konvansiyonel (kimyasal) girdilerin ticari organik girdilerle ikamesi bir agroekolojiye geçişte bir aşama olabilir ancak asıl hedefin çiftçilerle şirketler arasında yeni bağımlılık ilişkileri yaratmadan agroekolojiyi yaygınlaştırmak olmalı.

Bakanlığın böyle bir agroekoloji hareketini yaymak için kısa, orta ve uzun vadeli bir eylem planı olduğunu görmüyorum. Atılan adımlar sanayide olduğu gibi tarımda da yeşile boyama faaliyetinden öteye geçemeyecek gibi bir durum var.

Merkezi yönetimin bu kadar yetersiz kaldığı bir ortamda gözler de yerel yönetimlere çevriliyor. Gıda krizi bağlamında yerel yönetimler için de benzer şeyler söylenebilir.

Belediyeler ellerindeki kısıtlı imkanları fide, mazot, kimyasal gübre, hazır sanayi yemleri dağıtmak yerine çiftçilerin endüstriyel tarım yöntemlerinden uzaklaşarak bu tip piyasaya dayalı girdilere bağımlılıklarını azaltarak agroekolojik bir üretime geçiş yapmalarını sağlayacak alanlarda kullanabilirler. Böylelikle çiftçilerin daha sürdürülebilir bir gelir elde etmeleri de mümkün olur.

Şili’den üzüm, Kanada’dan mercimek, Ukrayna’dan buğday aldığımızda ‘iktidar yabancı çiftçileri destekliyor’ şeklinde yaygın bir yanlış var. İktidar aslında yurtiçinde yapısal olarak endüstriyel şirket tarımını desteklediği gibi bağımlılık ilişkileri çerçevesinde yayılmacı, doğayı ve insanı sömüren uluslararası şirketleri desteklemiş olmuyor mu? Bunun önüne nasıl geçilir?

Sermayenin 1970’lerde girdiği birikim krizine cevap olarak dünyada ve Türkiye’de 1980 sonrasında neoliberal politikalar gündeme getirildi.

Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla bir anlamda resmileşen ve 12 Eylül darbesiyle yerleşikleşen neoliberal modelin tarım-gıda sistemine yansıması ise şirket gıda rejimi olarak da ifade edilen üçüncü gıda rejimi oldu. Bu, tarımın da artık bir sermaye birikim alanı haline gelmesi anlamına geliyordu.

Sizin sorunuzun cevabını da bu zemin üzerinde düşünmek gerekiyor. Artık tarımda üretimi ve ticareti belirleyen ve yönlendiren çiftçiler değil, sermaye yani yatırımcılar.

Bu durum sadece Türkiye için değil tüm ülkeler için geçerli. Dolayısıyla Türkiye’de çiftçilerin (yatırımcıların değil) yaşadığı sorunların benzerlerini tüm dünya çiftçileri yaşıyorlar.

Soruna o ülkenin bu ülkenin çiftçisi diye değil, bir sistem sorunu olarak bakmak daha doğru.

Sorun küresel bir özellik gösterdiğine göre, çözümün de ayakları yerele basan ancak küresel mücadele dinamiklerini de dikkate alan bir perspektifle aranması gerekir. Son yıllarda gıda egemenliği paradigmasının böyle bir imkân yarattığını söyleyebiliriz.

Her ne kadar son zamanlarda kendi kendine yeterlilik gibi son derece dar bir çerçeveye indirgenmeye çalışılsa da gıda egemenliği; söz, yetki ve karar mekanizmalarından tamamen dışlanan köylülerin, çiftçilerin, kent emekçilerinin üretimden tüketime kadar tüm süreçlerde tekrar temel özne olmalarını; ne, ne kadar, nasıl ve kim için üretilecek sorularının cevabını şirketlere bırakmamalarını ifade ediyor.

Bir uygulama ve bilim olarak agroekolojiye ek olarak ‘hareket’ nitelemesi yapılıyor. Buradan kasıt nedir? Gıdadan doğru bir toplumsal muhalefet hareketi genişletilebilir mi? Siyasetle agroekoloji nerede kesişir?

Agroekolojinin temelinde tarımsal üretimin doğa dostu yöntemlerle yapılması kadar köylülerin, çiftçilerin mümkün olduğunca girdi ve ürün piyasalarında şirketlere olan bağımlılığını kırmak da bulunuyor.

Böylesi bir otonominin sağlanabilmesi için agroekolojinin ölçeğinin genişletilmesi gerekiyor. Yani agreokolojinin toplumsal bir harekete evrilerek çiftçiler arasında yaygınlaşmasından bahsediyorum.

Daha önce de belirttiğim gibi bağımlılık ilişkileri sadece girdi piyasalarına özel bir durum değildir. Ürün piyasalarında gün geçtikçe süpermarketlerin ve şirketlerin ağırlığı artıyor.

Agroekolojinin temel ilkelerinden birisi de yerel ve bölgesel pazarların öncelikli olmasıdır. Dolayısıyla kır dışında kenti de odağına alan bir yaklaşım söz konusu. Son yıllarda kentlerde sayıları her geçen gün artan gıda inisiyatifleri, kooperatifler, üretici pazarları da bunun bir yansıması.

Agroekolojiyi toplumsal hareket bağlamında politik yönüyle de değerlendirdiğimizde gıda egemenliği paradigmasına da vurgu yapmak gerekir.

Gıda egemenliği daha önce de vurgulamaya çalıştığım gibi çok genel bir ifadeyle kır ve kent emekçilerinin mevcut neoliberal endüstriyel tarım ve gıda sistemine tabi olmaktan çıkarak, bu sisteme müdahil olmaları anlamına geliyor.

Agroekoloji de söz konusu müdahil olma sürecinin önemli bir parçası. La Via Campesina’nın bir yetkilisinin dile getirdiği gibi: “Gıda egemenliği olmadan agroekoloji sadece bir teknik, agroekoloji olmadan gıda egemenliği ise içi boş bir söylemden öteye geçemez.”

PEYNİR ETİ NASIL GEÇTİ?

‘Peynir fiyatı et fiyatını geçti’ haberi gündemin ortasına oturdu. Endüstriyel hayvancılık ve bu hayvancılık tipini taklit ederek geçimini sağlamaya çalışan çiftçiler iflas noktasına getirildi.

Aslında ithal hayvan, ithal yeme bağımlı bir hayvancılığın gelmesi beklenen nokta burası değil mi? Daha uzun vadeli çözümler veya çabalar nelerdir?

Türkiye’de son 20 yılda bin, iki bin, beş bin başlık dev işletmeler kuruldu ve bunların sayıları gün geçtikçe artıyor. Politikalar açısından da bu işletmelerin desteklendiğini görüyoruz;

Özellikle Avrupa Birliği temelli IPARD veya Kırsal Kalkınmaya Destekleme Kurumu tarafından projeler üzerinden verilen desteklerin, hibelerin çok büyük bir bölümünden bu büyük işletmeler yararlanıyorlar.

Bunların dışında bakanlık kanalıyla da verilen desteklerde de küçük-büyük işletme ayrımı yapılmıyor ve büyük işletmeler ciddi bir rekabet avantajı kazanıyorlar. Böyle bir yapıda küçük ve orta ölçekli işletmelerin tasfiyesi kolaylaşıyor.

Ancak bu yapı şöyle bir sorunu da beraberinde getiriyor: dışarıdan sermaye koyup hayvancılığa başlayan yatırımcılar istedikleri kârlılığı elde edemedikleri noktada ya işletmelerini satıyorlar ya da hayvanları satarak işletmeyi kapatıyorlar ve yatırımlarını farklı alanlara yönlendiriyorlar.

Dolayısıyla büyük işletmelerde de farklı bir tasfiye süreci yaşanıyor diyebiliriz. Bir yanda rekabet edemedikleri için tasfiye olan küçük işletmeler, diğer tarafta istedikleri kârı elde edemedikleri için sektörden çıkanlar. Bunların aslında iki farklı toplumsal sınıfı temsil ettiklerini söyleyebiliriz.

Türkiye’de politikayı belirleyenler son 20 yıl içinde tercihlerini çok net olarak ikincilerden yana koydular ve sistem tıkandı. Bunun en büyük cezasını da yoksulluk sınırının çok altında yaşamaya mecbur bırakılan çiftçiler ve biz tüketiciler çekiyoruz ve henüz en kötüsünü görmediğimiz de dile getiriliyor.

Orta veya uzun vadeli olarak önce bu tercihte bir değişiklik yapmak gerekiyor, yani politikaların odağına küçük-orta ölçekli işletmeleri, çiftçileri alarak hayvancılığı bu aktörler üzerinden temellendirmek.

Agroekolojiyi burada da devreye sokmak gerekir; agroekolojinin temel ilkelerinden birisi de bitkisel ve hayvansal üretimin entegrasyonudur. Böyle bir entegrasyon her türlü krize karşı büyük bir dirençlilik sağlamaktadır.

Etiketler :
POPÜLER FOTO GALERİLER
SON DAKİKA HABERLERİ
İLGİLİ HABERLER
SON DAKİKA